Eğitimdir ki bir milleti ya hür, bağımsız, şanlı, yüksek bir topluluk halinde yaşatır, ya da esaret ve sefalete mahkûm eder. O sebeple eğitim son derece önemlidir. Ancak nasıl bir eğitim olacağı ne şekilde verileceği sürekli tartışma konusu olmuştur. Özellikle bizim eğitim sistemimiz her bakan değişiminde birtakım değişimlere maruz kalıyor. Var olan sorunların çözümü için herkes yoğurt yiyişine göre bir çentik atıp gidiyor. Ama geriye baktığımızda sorunlar çözülmüyor aksine kartopu şeklinde toplanarak camianın tamamını altında bırakacak bir hal alıyor.
Ülkemizde eğitimi bir çıkmaz sokağa sürükleyen temel meselelerden birisi de zorunlu eğitim. Daha önce de bu konuyu gündeme getirici bir yazı kaleme almıştım. Ancak o günlerde hiç kimse oralı olmamış, çok az bir kitle bu konuyu sorun olarak görmüştü. Bugün birçok kimsenin zorunlu eğitimin en temel sorun olduğunu yüksek sesle dile getirmeye başladığına şahit oluyorum.
Hepimizin de bildiği gibi ülkemizde eğitim sitemi şu anda 4+4+4 şeklinde kesintisiz 12 yıl olarak uygulanmaktadır. 28 Şubat Post modern darbe sürecinde yaşanan kesintisiz 8 yıllık eğitim birçok mağduriyetler ortaya çıkarmıştı. Özellikle dini eğitim alanında eğitim veren kurumlar ve bu kurumlarda eğitim görenler ciddi bir mağduriyet yaşadılar. Sadece dini eğitim değil, mesleki eğitim veren kurumlar da aynı mağduriyeti yaşayan eğitim kurumları oldu. Bir yanlış düzeltilecek derken bir başka yanlış yapıldı. 2012-2013 eğitim öğretim döneminde zorunlu eğitim 12 yıla çıkarıldı.
Zorunlu eğitim kimsenin bir işine yaramadı. Sadece istatistik verilerinde diplomalı insan sayımızı arttırmış oldu. Zira eğitim gören çocukların hepsinin kabiliyeti ve başarı oranı bir değil. O nedenle her çocuğu eğitime tabi tutmak gibi bir zorunluluğumuz olmamalı. Okumak istemeyen veya başka yönde kabiliyetleri olan çocukları o kabiliyetlerine yönlendirerek istedikleri ve sevdikleri şeyi yapmalarına fırsat vermemiz gerekir. Nitekim Osmanlı Mekteplerinde her çocuk kendi ilgi alanı ve yeteneği doğrultusunda eğitim görür, bütün öğrencilere aynı dersler okutulmazdı. Hatta bu noktada bir mektebin kapısında şöyle bir yazı olduğu ifade edilmekte; “Burada hiçbir balık uçmaya, hiçbir kuş yüzmeye zorlanmaz.”
Aslında bütün dünya da bunu bu şekilde uygulamaktadır. Çocukları kabiliyet ve yeteneklerine göre eğitime tabi tutarken, okumak istemeyen çocukları da yetenekleri doğrultusunda değerlendirmeye tabi tutuyor. Bu konuda Amerika’yı tekrar keşfetmeye gerek yok. Geçmişe ve günümüzdeki örnek uygulamalara bakarak bir çıkış yolu ve yol haritası bulabiliriz. Lakin her gelen bakan bu zaviyeden meseleye bakıp köklü bir çözüm üreteceğine günü kurtarıcı popülist eylemler ile yol almaya çalışıyor. Bu da bu milletin çocuklarını ve genç fertlerini yok olmaya doğru sürüklüyor.
Eğitim bireyin bedensel ve sosyal yönlerden bilgi, beceri ve tutumlarını yapılandırması için düzenlenen öğretme-öğrenme sürecidir. Eğitim süreci bireyin potansiyelini geliştirmek için düzenlenmiş, organize edilmiş, okul diye adlandırılan bir ortamda programlı, planlı ve amaçlı bir şekilde yürütülmektedir.
Okulların temel görevi öğrencilerin zihinsel, sosyal ve psikolojik gelişimlerine katkı sağlamaktır. Okullar öğrenciler için vardırlar ve öğrencilerin gelişimi için her türlü katkıyı göstermek zorundadırlar.
Osmanlı ve Selçuklu döneminde eğitim bugün olduğu gibi 4-5 yaşlarında başlardı. Eğitim sürecinin ilk ayağı medrese diye adlandırılan eğitim kurumları idi.
Medreselerde okuyan öğrenciler, öğrenimlerine göre üç kısımdan meydana gelmekteydiler. Suhte (Softa), Danişmend ve Muid. Medreselerden mezun olanlar, bir müddet bekleme döneminden sonra müderris olarak atanırlar veya bir başka görevle görevlendirilirlerdi. Medresede dersler müderrisler tarafından verilirdi. Genellikle ders işleniş usulü müderrisin dersi anlatması esasına dayanıyordu, yani takrir usulüne göre idi.
Bunun dışında önemli bir eğitim kurumu bugünkü anaokulu ve ilkokulu da içine alan sıbyan mektepleri vardı. Osmanlı toplumunun genel eğitimiyle uğraşan anaokulu ve ilkokul seviyesinde eğitim-öğretim veren sıbyan mekteplerinde eğitim ve öğretimin esasını dinin ve genel ahlakın öğretilmesi oluşturuyordu. Sıbyan mekteplerinin idaresiyle Müftüler ve Şeyhülislamlar meşgul olmaktaydılar. Ancak, mekteplerin belli bir yönetmenliği, devletçe veya herhangi bir makamca düzenlenmiş belli bir öğretim programı yoktu. Genel olarak çocuklar 4-5 yaşına gelince ailesinin durumuna uygun olarak “Âmin Alayı” denilen özel bir törenle bu okullara kaydolurlar ve eğitime burada başlarlardı. Sıbyan mekteplerinde görgü, ahlak kuralları ve temel bilgilerin yanı sıra çocukların en az bir kez Kur’an-ı Kerimi hatim etmeleri gerekiyordu. Yine bu mekteplerin en büyük özelliği, öğrencileri birbirine sevgi, büyüklerine saygı disiplini içerisinde yetişmiş olmalarını sağlaması idi.
Osmanlı Devleti’nde halk çocuklarının devam ettikleri sıbyan mekteplerin yanı sıra ulema ve devletin çeşitli kadrolarına kalifiye eleman yetiştiren medreseler vardı. Saraydaki çocukları okutmak, padişahın hizmetinde bulunacak memurları ve müstahdemleri yetiştirmek, saray halkını eğlendirecek ve güldürecek saz söz ehliyle oyuncuları eğitmek ve bunlardan da önemlisi güvenilir devlet adamı ve asker yetiştirmek üzere saray içerisinde bulunan bazı mektepler vardı. Saray mektepleri olarak bilinen bu mekteplerin içinde en önemlisi ise Enderun Mektebi idi. Osmanlı Devleti’nde XI. yüzyıl ortalarından itibaren medrese dışında en önemli resmi eğitim kurumu niteliği taşıyan Enderun, ilk teşkilatı II. Murad dönemine dayanmaktadır. Fakat yeni bir anlayış ile düzenlemesi ve geliştirilmesi II. Mehmet yani Fatih Sultan Mehmet döneminde olmuştur. Enderunlarda daha ziyade mülki ve askeri idareciler yetiştirilmekteydi.
Osmanlı’da eğitim alanında modern ilk ciddi adımlar Tanzimat ile birlikte atılmaya başlandı. Bugünkü anlamda ortaokul diye ifade ettiğimiz okullar ilk olarak Rüştiye adı altında 1839 yılında açılmaya başlandı.
Bugüne geldiğimizde Avrupa’da da eğitim 5-6 yaşlarında başlamakta ve her ülke kendi dinamiklerine göre zorunlu, kesintili veya kesintisiz eğitimle eğitim anlayışını sürdürmektedir. Ancak bütün ülkeler öncelikle mesleki eğitimi ön planda tutmaktadırlar.
Osmanlı ve Selçuklu eğitim sistemi çok iyi incelenip, günümüz dünyasında Batı ve Uzakdoğu ülkeleri bu işi nasıl yapıyorlarsa onların hepsi incelenerek bize en uygun olacak bir sistem kurulmalıdır. Bugün eğitim içinde yaşadığımız en büyük sorun ve handikap mesleki eğitim kısmı. Ailelerde çocuklar daha rahat etsin diyerek çocukların kabiliyetine bakılmaksızın anlama kapasiteleri dikkate alınmaksızın zorla okutulmaya çalışılmaktadır. Hâlbuki çocuklar çok küçük yaşlarda kabiliyetlerinin de keşfedileceği, genel ahlak kurallarının verildiği bir ana okul eğitiminden geçirilmiş olsa ve ilkokul seviyesine geçtikten sonra da beceri ve kabiliyetleri ile örtüşecek eğitim almaya devam etseler daha doğru bir yaklaşım sergilenmiş olacak. Hatta çocuklar ortaokul seviyelerinde hem eğitime devam ederken hem de eski usuldeki gibi çıraklık yaparak kabiliyeti ve arzu ettiği mesleği, alanında yerinde öğrenmeye çalışsalar ve bu çıraklık dönemleri de eğitim sürecinden sayılmış olsa hem eğitim almış olacak hem de bir sağlam bir meslek sahibi olmuş olacaklar. Bugün en çok sızlandığımız Kobi diye tanımladığımız küçük ve orta ölçekli sanayi kollarında ara eleman bulamama ve yetiştirilememesi sıkıntısından da kurtulunmuş olacaktır.
Zorunlu eğitim yerine mesleki eğitim anlayışı hâkim kılınmalıdır. Zorunlu kısım sadece temel eğitimde ana okulu ve ilkokul da olmalıdır. Ana okulunda genel ahlak kuralları, birey olarak toplum içinde nasıl bir hayat sürmemiz gerektiği öğretilmeli ve aynı zamanda taze beyindeki yavrularımız çeşitli oyunlar ile kabiliyet keşfi yapılmalıdır. Bunu da alanında çok iyi eğitim almış, pedagojiyi bilen, son derece donanımlı ve kifayetli öğretmenler yapmalıdır. Aslında eğitimin en temel noktası ana okulu. Bu düzeydeki çocuklara eğitim verecek öğretmenlerin çok iyi yetiştirilmesi gerekir. Ana okulunda çocuğu şekillendiren ve kabiliyetini keşfeden onu geleceğe hazırlayan adeta un, yağ ve şekerden helva yapan öğretmenidir. Bu süreçte görev alacak öğretmenler çok özel eğitimden geçirilmeli son derece donanımlı hale getirilmelidir. Öğretmen olmuş olmak için değil, bu ülkenin geleceğini ben şekillendiriyorum ve bu çok ulvi kutsal bir görev diye düşünerek kendinden de bir şeyler katabilecek şuur ve bilinçte olmaları sağlanmalıdır. Temel eğitim ne kadar sağlam olursa üstüne inşa etmek o kadar kolay olur. Eğitim sürecinde temel eğitimden sonra kabiliyet ve yeteneğiyle bütünleşik iş yapmayı seçenler daima daha başarılı olacaklardır. Eğitim zorunlu olmaktan çıktığında eğitimin kalitesi de artacaktır. Hiç şüphesiz eğitimin kalitesi artmakla birlikte eğitici yani öğretmenin de kalitesi artacaktır. Bugün eğitim alanındaki en büyük sıkıntılardan birisi de öğretmen yetiştirilmesi bu bambaşka bir konu olduğu için burada ona çok fazla girmiyorum. Ancak zorunlu eğitimin eğitime vurduğu darbe kadar, doğru ve nitelikli öğretmen yetiştirilmemesi de topyekûn eğitim sistemine vurulan can yakıcı darbedir.
Zorunlu eğitim kadar eğitim sistemimizi harap eden bir başka meseleye de kısaca temas etmekte fayda görüyorum. Örgün eğitimi bitirdikten sonra her çocuk üniversite eğitimi alacak diye bir kaide de yok aslında. Her şehre bir üniversite anlayışı yerine, kaliteli, nitelikli insan gücü yetiştiren üniversiteler oluşturulmalıdır. Zorunlu eğitimin üzerine bir de zoraki üniversite okuyan çocuklar neredeyse 16-17 sene eğitim sürecinde bir hayat geçirmiş oluyor. Bu çocuk üniversiteyi de bitirince artık devlet bana masa başı iş versin moduna giriyor. Bu da çok yanlış. Nasıl zorunlu eğitim olmaması gerekiyorsa her çocukta üniversite okuyacak diye bir düşünce olmamalı. Bu konuda aileler çok iyi bilgilendirilmeli ve yönlendirilmelidir. Tam da bu anda aklıma geliveren bir proje oldu. Daha doğrusu kısmi uygulamaya konulan sonrasında bazı iş bilmezlerin küçük düşünceleri ve kaprisleri ile akamete uğratılan proje. Bu proje uzun yıllar eğitim camiasının farklı kademelerinde görev yapan, öğretmenlik ile başlayıp, okul idareciliği ile devam ederken İstanbul gibi metropol bir ilde il milli eğitim müdür yardımcılığı yapan ege yöresinden dolayı hemşerim kabul ettiğim araştırmacı yazar Mustafa Uslu hocama ait. Hocamız inanılmaz donanımlı deha birisi ancak kıymeti bilinmiyor başka. Zaten ülke olarak biz kıymet bilmemeyi ve insan harcamayı çok severiz. Mustafa Hoca müthiş fikriyle ortaya koyduğu bu projenin ismi “Veli Akademisi”. Malum eğitimin 3 saç ayağı var; Öğretmen, öğrenci ve veli. Öğretmen ve öğrenci tabii olarak sistemin içinde ve okuldalar. Ancak veli okulun dışında. Sadece veli toplantılarında okula gelir, çoğu veli para istenecektir yine diyerek veli toplantılarına bile gitmez. Mustafa hocam burada veliyi eğitim sürecinde aktif kılmayı amaçlıyor. Bu proje sayesinde veli çocuğunun sadece eğitimiyle yakından ilgilenmekle kalmıyor çocuğunun kabiliyet ve becerisine yakinen şahit olarak geleceğinin kurgulanmasında rol oynuyor. Bu “Veli Akademisi” projesi uzun boyutlu bir yazı konusu olabilecek bir mesele, dolayısıyla bu kadar bilgi ile iktifa edelim.
Zorunlu eğitim bugün belki kayıt üzerinde ülkemizin eğitimli insan sayısını fazla gösteriyor olabilir. Bize bundan ziyade nitelikli insan gücü lazım. Bunun için ortaokul ve lisede örgün eğitim gören 16 milyon yavrumuz bu ülkenin birer kaynağıdır. Her biri kendi beceri ve kabiliyetlerine göre yetiştirilmiş olsa, ülke için daha faydalı olacaktır. Zira eğitim bir yönüyle pahalı bir iştir. Ülke bütçesine ciddi yüktür. O nedenle eğitim sistemi daha doğru kurgulansa, daha mantıklı ve işlevsel bir hüviyet kazansa, kaynakların yerinde ve rantabl kullanılmasını da sağlamış olacaktır.
Zorunlu eğitim yerine, kabiliyetlerin ortaya konulduğu, mesleki bilgi ve birikimin hâkim olduğu, sanayicimizin ihtiyaç duyduğu nitelikli iş gücünün yetiştirebildiği bir eğitim sistemine geçiş yapılmalıdır. Herkes kendi kabiliyetleriyle orantılı eğitim aldığında ve sanayinin iş gücünün doğru bir şekilde temin yoluna gidildiğinde her yönüyle kazanç elde edilmiş olacaktır. Bir yandan da daha erken yaşlarda iş gücüne katılım sağlanması ile genç dinamik nesil heba edilmemiş olacak. Ayrıca nitelikli insan kaynağı bulmakta zorlanan sanayici de bu kaynağı bulduğunda, kendisine sunulacak imkanlarla daha fazla işyeri açacak, daha fazla istihdam kapısı açmış olacaktır. Bunun sonucunda da her okul bitiren, iş için kamunun ve belediyelerin kapısında beklemek durumunda kalmayacaktır.